28 Mart 2016 Pazartesi

Cennetleri Mühürlemeliyim (ISSTH) - Bölüm 4

Bölüm 4: Bakır Bir Ayna

Hazine Köşkü gerçekten de hazinelerle doluydu.  Girdiği anda kişinin gözleri, parlak ışıklardan kamaşırdı. Temizce düzenlenmiş yeşim raflar şişelerin, kılıçların, ziynetlerin ve mücevherlerin baş döndüren görüntüleriyle kaplanmıştı. Meng Hao ağır bir şekilde nefes almaya başladı ve kalp atışları hızlandı. Vücudundaki tüm kan beynine akın etmiş gibi hissediyordu . Küçük dilini yutmuşçasına orada kalakaldı.

Meng Hao kısa hayatında, hiç bu kadar servet görmemişti. Sanki karşısındaki servetin altında boğulacakmış gibi hissetti. Beyni döndü ve istemsizce, hepsini alıp kaçmayı aklından geçirdi.

"Burdaki hazinelerin değeri..." mırıldandı Meng Hao, "...bunlar paha biçilemez. Ölümsüzler için çalışmanın faydalı tarafı inanılmaz. Yeşim raflardan birine doğru yürüdü, yüz ifadesi heyecanla doluydu. kafasının vücudundan önde gittiğini fark etmemişti. Hazine Köşkü'nün üçüncü katı da burayla aynı mıydı yoksa çok daha değerli şeyler mi bulunuyor, merak etti.

"Ölümsüzler... çok zenginler!" Meng Hao derin bir iç çekti. Aniden gözü tuhaf bir şeye çarptı. Yeşim raflardan birinin üzerinde, bakır bir ayna fark etti.

Üzerinde aşınma izleri vardı.Çok özel görünmüyordu, parıldamıyordu da. Çevredeki hazinelerle karşılaştırılabilecek bir yanı da varmış gibi ​gözükmüyordu.

Şaşkın Meng Hao bakır aynayı aldı ve daha yakından inceledi. Ölümlülerin dünyasından bir şey kadar sıradan gözüküyordu. Eşsiz denebilecek tek bir yanı bile yoktu. Buna rağmen Hazine Köşkü'nde olduğu için, bir değeri olması gerektiğini düşündü.

"Küçük Kardeş sezgi sahibi olmalı," dedi arkasından gelen ses. Kurnaz görünümlü adamın ne zaman içeri girdiğini bilmiyordu ama bakır aynaya bakarak dikiliyordu. Sesi övgü ile doluydu, devam etti, "Aynayı oradan alman, bunun alnında yazılı olduğuna işaret eder. Bu aynaya dair birçok efsane vardır. Tuhaf olan şey ise yalnızca, önceki yaşantılarında nice iyilik yapmış olanlar ve çok talihli insanlar aynayı edinebilirler. Öyle görünüyor ki Küçük Kardeş böylesi bir insan. Bu ayna ile birlikte, cennete ve dünyaya hükmedebilirsin. Kesinlikle bu fırsata sahipsin."  adam konuşurken iç geçirdi de geçirdi. Adamın sesi , Meng Hao'nun onu dinlemesini sağlayan , garip bir güce sahip gibi gözüküyordu.

"Bu ayna..." Meng Hao bir bakış daha attı, yüzünde garip bir ifade. Üzerinde karışık işlemeler yoktu, aksine, zamanın izleriyle aşınmıştı, bu da karar vermeyi oldukça zorlaştırıyordu.

"Küçük Kardeş, sen aynanın bulanıklığına bakma. Şunu bilmelisin ki ruhani dünyanın gerçek hazineleri, kendilerini sıradan şeyler gibi gösterirler. Görünüşleri ne miktarda basitse değerleri de o kadar yüksektir."  Meng Hao aynayı rafa geri koymak üzereyken kurnaz görünümlü adam, onu engellemek için birkaç aceleci adım attı. Meng Hao'ya ciddi bir şekilde bakıyordu.

"Küçük Kardeş, bu nesneyi oradan alman bunun alnında yazılı olduğunu işaret eder. Sadece sıradan gözüktüğü için mi onu yerine koyacaksın gerçekten? Yıllardır Hazine Köşkünden sorumluyum  ve buradaki tüm eşyaların asıllarını bilirim. Çok sene önce bu bakır ayna, Zhao Eyaleti'nde devasa bir kargaşaya sebep oldu. Cennetten düşen bir ışın hüzmesinden yaratıldı. Elde ettikten sonra, cennetlerden gelen bir hazine olduğuna inanan Reis İnanç, onun gizemini çözmek için çok çaba harcadı. Sonunda esrarını çözemeyip,kaderde cennetlerin ve dünyanın altını üstüne getirebilecek birinin eline düşmesinin yazılı olduğuna inandı."

Reis İnanç'ın adını duymak Meng Hao'yu rahatsız etti. Dış Cemiyet'e daha yeni dahil olmuştu ve burada alışkın olmadığı birçok şey vardı. Tereddüt etmeye başladı.

"Reis İnanç çözmeye çalışmış, ama yapamamış. Ben..."

"Sözlerin yanlış, Küçük Kardeş. Büyük Kardeş'in açıklamasına müsaade et. Reis İnanç'ın başarısızlığı, bu hazinede eşsiz ve olağandışı bir şeyin olduğuna dalalet etmektedir. Senden önce on ya da daha fazla insan onu çözmeye çalıştı ve başarısız olmalarına rağmen hiçbiri, kararlarından pişmanlık duymadı.

"Ya sen... Ya sen aynanın sahibi olması kaderde yazılmış kişiysen. Her halükarda onu alırsan, kafan rahat olacak. Aynayı geçmişte alan birçok öğrenci kardeş, üç ay içinde onu geri getirdi ve ben de, başka bir şey ile değiştirmelerine izin verdim. Benimle bir kez iş yaptıktan sonra, ne kadar iyi niyetli olduğumu anlayacaksın. Öğrenci kardeşlerin ​zor durumda kalmalarını istemem.

"Bunu alırsan ve gizemini bulacak gücün olmazsa istediğin zaman gelir ve başka bir şey ile değiştirirsin. Ama bırakıp gidersen ve aslında onu almak kaderindiyse, o zaman bir ömür pişmanlık duyarsın." kurnaz görünümlü adam içtenlikle bakıyordu Meng Hao'ya. Meng Hao'nun tereddüde düştüğünü gördüğünde, içinden gülmeye başladı. Yeni öğrenciler, her zaman aldatması en kolay olanlardı. Tek yapması gereken, onlara aynanın hikmetleriyle ilgili bir efsane uydurmaktı, şaşaalı lafları onların gönlünü çelmeye yeterdi. Hemen kanları kaynamaya başlardı.

"Ama..." Meng Hao küçüklüğünden beri mekteplerde dirsek çürütmüştü, bu yüzden zekası gelişmişti. Kurnaz görünümlü adamın samimi ifadesinden, aynanın tam da tarif edildiği gibi olmadığını tahmin ediyordu. Lakin adamın önünde duruşundan, aynayı geri koymasını engellemeye kararlı olduğu belli oluyordu. Yere düşürmek bile işe yaramayacak gibiydi. En baştan aynayı eline aldığına pişman olmaya başlamıştı.

"Küçük Kardeş," dedi, kısık bir ses ve ciddi bir suratla, "ilk gününden kuralları ihlal etmeye başlama. Hazine Köşkünde, eline aldığın şeyi bırakmak yasaktır." kurnaz suratlı adam, yeterince uğraştığını hissediyordu. Son sözleri, insanları aynayı almaya zorunlu bırakan her zamanki yöntemiydi. Cübbesinin geniş yenini savurdu, bir rüzgar ıslık çalarak Meng Hao'yu alıp, Hazine Köşkünden dışarıya uçurdu.

Hazine Köşkünün ana kapısı suratına kapanırken, yüksek bir çarpma sesi çıkmıştı.

İçeriden, kurnaz görünümlü adamın sesi yankılandı: "Konu öğrenci kardeşler olduğunda, gerçekten kalbim yumuşuyor. Eğer gerçekten  o aynaya sahip olmak kaderinde yazmıyorsa, birkaç gün sonra geri getirebilirsin."

Sinirli bir şekilde homurdanan Meng Hao, kapanmış kapıya bir süre baktı. Sonra iç geçirip, ellerinin arasındaki bakır aynaya çevirdi bakışlarını. Ki Yoğunlaştırma Kılavuzunun ilk bölümünde yazanları düşündü ve tekrar düşündü. Eğer bu gerçekten de, Reis İnanç'ın sırrını çözmek için uğraştığı bir şeydiyse, değerli olmalıydı. Kafasını sağa sola sallayarak aynayı cübbesine sardı. Ardından, Hazine Köşküne nefretle son bir kez bakıp, çekti gitti.

Yeşim parçasını kılavuz alarak, Dış Cemiyetin yeşil patikalarını aştı. Öğlen vakti gibi, evini bulmuştu. Kuzey sınırına bitişik, Dış Cemiyetin tenha köşelerinden birindeydi. Birkaç başka ev tarafından çevrelenmişti.

Kapıyı iterek açtı ve kapının duvara çarpmasına neden oldu. İçeride bir yatak ile bir masa vardı. Meng Hao bir süre ayakta dikildi, baya memnun hissetti. Hizmetçi Bölümündeki odasından çok daha iyiydi burası.

Yatağa, bacaklarını çaprazlayarak oturdu ve derin bir nefes aldıktan sonra cübbesinden bakır aynayı çıkardı. Dikkatle inceledi, ta ki güneş, batı dağlarının ardında batıp gidene kadar. Bir lamba yaktıktan sonra, ara vermeden incelemelerine devam etti. Aynanın ne amaçla kullanabileceğiyle ilgili en ufak bir fikri yoktu.

Ne şekilde bakarsa baksın, tamamen normal bir aynadan farkı yok gibi görünüyordu.

Gece daha da derinleştiğinde aynayı kenara bırakan Meng Hao, camdan dışarıya, aya yöneltti bakışlarını. Şişman çocuğu ve onun horlamasını düşündü. Azıcık özlemişti sanki.

Parlak ay dışarıda parıldıyor, ışınları penceresinin kenarlarını okşuyordu. Ağaç yapraklarının arasından fısıltıyla geçen rüzgar hariç, her şey sessizliğe gömülmüştü. Meng Hao, ayı düşünerek derin bir nefes aldı. Sanki hayatında yeni bir çağ başlıyor gibi hissetti, duygu selinde boğulacağını sandı.

Kendi kendine mırıldandı: "Tekrar Yunjie Kasabasındaki o mektepli olmayacağım. Artık İnanç Dış Cemiyetinin öğrencisiyim..."

Meng Hao düşüncelerini toparladı, gözlerini kapayıp, meditasyon için oturdu, ruhani enerji ipini bedeni içinde gezdirmeye başladı. Aylardır aynı tarzda bir hayat sürüyordu ve buna çoktan alışmıştı.

Dış Cemiyet ile Hizmetçi Bölümü arasındaki bir fark da, kimsenin kimseye yemek hazırlamıyor oluşuydu. Kendi gıda ihtiyacını kendin karşılamalıydı. Eğer başaramazsan, açlıktan yavaşça ölmen kimsenin umurunda bile olmazdı. Gerçi nice yıllar geçmişti fakat şimdiye dek İnanç Cemiyetinde açlıktan ölen olmamıştı.

Ki Yoğunlaştırmada ilk seviyeye ulaşanlar, Cennetin ve Dünyanın ruhani enerjisini soğurabilir ve yayabilirdi. Bu da açlık duygusunu bastırmasa da, insanın yaşamını sürdürmesine yeterdi.

Birkaç gün geçti. Bir öğleden sonra, oturmuş meditasyon yapan Meng Hao birden dışarıdan gelen acı dolu bir çığlık duydu. Hemen gözlerini açtı ve cama gidip dışarıya baktı. Bir Dış Cemiyet öğrencisinin yerde, başka bir öğrenci tarafından tekrar tekrar çiğnendiğine şahit oldu. Göğsündeki yaradan kan sızıyordu ama ölmemiş, yalnızca yaralanmıştı. Onu tekmeleyen kişi, taşıma çantasını aldıktan sonra burnundan soluyarak uzaklaştı.

Ayaklar altında çiğnenen öğrenci zorlanarak ayağa kalktı, gözleri şiddetli bir acımasızlıkla parlıyordu. Sendeleyerek uzaklaştı. Etraftakiler onu soğuk bakışlarla izliyorlardı, yüzlerinde aşağılama ifadeleri vardı.

Meng Hao sessizce gözlem yaptı. Geçen birkaç günde, benzer sahnelerin çokça oynandığına şahit olmuştu ve sonucunda Dış Cemiyetin işleyiş tarzına dair, daha derin bir anlayışa nail olmuştu.

Yedi gün göz açıp kapayana kadar geçti. Meng Hao, bu süre zarfında  daha da çok, dayak yiyen ve eşyaları alınan öğrenci görmüştü. Dış Cemiyet öğrencileri arasında vuku bulan dövüşleri ve yağmaları gördükçe, daha da sessizleşti Meng Hao. Özellikle, Herkese Açık Alanda Ki Yoğunlaştırmada ikinci ya da üçüncü seviye olan bir öğrencinin başka bir öğrenci tarafından öldürüldüğünü gördüğünde çok rahatsızlık duymuştu. Bu, dışarıya çıktığında Meng Hao'nun özellikle daha dikkatli ve ihtiyatlı olmasına neden olmuştu.

Neyse ki Yetiştirme üssü çok düşüktü ve üzerinde çalmaya değecek bir eşya olmadığı biliniyordu. Bu yüzden çoğu öğrenci, onu görmezden geliyordu.

Aslında, Yetiştirmesinde bir durgunluğa varmıştı. Ki Yoğunlaştırmada ikinci seviye, ilk seviyeden farklıydı. Yine ruhani enerji gerekliydi fakat Ki Yoğunlaştırma Kılavuzuna göre, ölümlü vücudu çoktan değişmeye başlamıştı. Bu yüzden, ikinci seviyeye ulaşmak için, ilk seviyeye ulaşması için gerekenden kat kat fazla ruhani enerjiye ihtiyacı vardı.

Aynı zamanda, doğuştan gelen yeteneğin ne olduğunu da şimdi anlıyordu Meng Hao. Doğuştan gelen yetenek, vücudun Cennetin ve Dünyanın ruhani enerjisini soğurma yeteneğiydi. İnsan ne kadar yetenekli doğmuşsa, o kadar fazla enerji soğurabilirdi. Ne kadar yeteneksizse de o kadar az soğururdu. Ortalama bir yeteneğe sahipse eğer, nefes egzersizlerine ne kadar vakit ayırmışsa, o kadar ruhani enerji soğurabilir demekti.

Hesaplamalarına göre, Ki Yoğunlaştırmada ikinci seviyeye ulaşması en az iki veya üç yıl sürecekti. Üçüncü seviyeye ulaşması ise çok daha uzun sürecekti.

Tabii eğer birkaç şifa hapı veya Ruh Taşı bulabilirse, ruhani enerji katkısı sağlayarak bu süreyi kısaltabilirdi. Bu ve her ay şifa haplarının toplu dağıtılması, Dış Cemiyette yaşanan korkunç darpların asıl nedenleriydi.

"Güçlü daha da güçlenirken, zayıf daha da zayıflaşıyor," dedi Meng Hao, sessizce. "İnanç Cemiyetinin, İç Cemiyetine alacağı öğrencileri yetiştirme tarzı bu demek ki."

Bir sabah erken vakitte, daha gökyüzü yeni aydınlanmaya başlıyorken Meng Hao, her zamanki gibi meditasyon yapıyordu. Kararlılığı hariç, herhangi bir özel kaynağa sahip değildi. Bu yüzden de gece boyu süren meditasyonlarından ve nefes egzersizlerinden vazgeçmiyordu. Cemiyet genelinde yankılanan çan seslerini duyduğunda, yavaşça gözlerini açtı Meng Hao.

"Bu çan sesi..." Meng Hao'nun gözleri, sanki bir şeyi fark etmiş gibi odaklanmıştı. Suratında heyecanlı bir ifadeyle odasından çıktı ve her yerden aynı yöne doğru koşuşturan öğrenci kardeşleri gördü.

"Bu çanlar çaldıysa, Ruh Taşlarının ve şifa haplarının dağıtım zamanı gelmiş olmalı. Bugün o gün." gittikçe daha fazla insan çan sesine doğru koşmaya başlamıştı. Dış Cemiyetteki herkes sanki çıkıp gelmiş gibiydi.

"Hap Dağıtım Günü," dedi Meng Hao, nefes nefese. Dış Cemiyetin ortasındaki bir alana ulaşana kadar kalabalığın arasında koştu. Alan devasa bir boyuttaydı ve sınırlarını çevreleyen ejderha şekilleriyle oyulmuş, dokuz tane sütun vardı. En öndeki sütunun üzerinde, çok renkli bir bulutun tepesinde süzüldüğü, doksan metre çaplı yuvarlak bir platform yerleştirilmişti. Bulutların içinde, şekilsiz silüetler görülebiliyordu.

Yeşil cübbelerini giymiş, yüzden fazla Dış Cemiyet öğrencisi ayakta durmuş, çok renkli buluta periyodik bakışlar atarken aynı zamanda kendi aralarında konuşuyorlardı.

Sonra bulut, altın cübbe giyen, çiçek bozuğu suratlı, yaşlı bir adamı ortaya çıkaracak şekilde yavaşça dağıldı. Sakin yüzünden durgun ve doğal bir güç ile asalet yayılıyordu. Gözleri şimşek gibi parlıyordu. Yanında iki kişi vardı, ikisi de gümüşi cübbe giyen bir erkek ve bir kadın. Erkek olan kayıtsız duruşunun altında, dikkat çekici bir yakışıklılığa ve dürüst bir görünüme sahipti. Kadın olan ise, Meng Hao'nun onu gördüğü an daha dikkatli bakmasına neden olmuştu.


Bu kadın, üç ay önce onu Daqing Dağından alıp, buraya getiren kadının ta kendisiydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder