17 Mayıs 2016 Salı

Cennetleri Mühürlemeliyim (ISSTH) - Bölüm 17

Bölüm 17: Kendime bel bağlamalıyım!

Meng Hao, Wang Tengfei'ye bakarak gergince dikildi. Bir anda meydandaki tüm öğrencilerin bakışlarının kendi üzerinde gezindiğini hissetti. Yakınında duran Yetiştiriciler ondan uzaklaşarak, Meng Hao'nun etrafını boşalttılar.

Bir yalnızlık hissi kalbini doldurdu, sanki dünya ilerleyip onu geride bırakmak üzereymiş gibiydi. Wang Tengfei'nin tek bir kelimesi bile sanki onu yok oluşun kıyısına itmişti.

Kimse tek kelime etmedi. Dış Cemiyet öğrencileri yalnızca Meng Hao'ya bakıyordu. Wang Tengfei fazla ünlüydü. Sözleri, herkesin kalbinde yankılanıyordu.

Evvelsi gün yaşanan olayın haberlerinin yayılmış olması ve birçok insanın bugün neler yaşanabileceği üzerine tahminde bulunmuş olması, kimsenin yaşananlar karşısında şaşırmamasına neden oldu.

Cemiyet yaşlıları yüksek platformda hareketsizce bekleyip, Meng Hao'ya bakıyorlardı.

"Cemiyet kurallarına göre, elde ettiğin şey artık senindir," dedi Meng Hao, her bir kelimeyi ağzından çıkması için zorlayarak. Wang Tengfei'ninkine göre kendi sesinin komik derecede zayıf ve aciz çıktığını ve saldırıya uğrayabileceğini biliyordu. Fakat yine de konuşmayı seçti.

Eğer yeşim şişeyi çıkarıp Wang Tengfei'ye verir ve birkaç acıklı söz söylerse Wang Tengfei özrünü reddedemezdi. Bu kadar insanın önünde yapmazdı bunu. Biraz cezalandırabilirdi ama Meng Hao'nun Yetiştirme üssüne dokunmazdı.

Belki yanlışın kendinde olduğunu itiraf edip, tüm aşağılamaları kabullenerek ve hatta kendini kötüleyip yalvararak ve secdeye kapanarak tüm bu tehlikeden kaçınabilirdi.

Fakat Meng Hao asla böyle bir şey yapmazdı! Ona aptal ya da deli denilebilirdi ama bunu asla yapmazdı.

Feci bir kaderin onu bekliyor olduğunu bilse dahi, asla yalvarmazdı. Asla kendini küçük düşürmez, yerlere kapanmaz ve af dilemezdi. Asla!

Bu onun karakteri ve prensibiydi. Dünyada bazı şeyler yaşam ve ölümden daha önemlidir ve bu asil, eğilmez ve bükülmez şeylerden biri ise karakterdi.

Bu yüzden ilk o konuşmuştu, kelime kelime. Rakibi, dağ gibi heybetli Wang Tengfei olsa bile. Feci bir kaderle yüzleşmesi gerekse bile. Tüm dünya ona karşı olsa bile. Bel bağlayabileceği kimse olmasa ve tamamen yalnız olsa bile. Tüm bunlara rağmen... hala karakteri vardı. Başını dikleştirmiş ve konuşmuştu.

O, Meng Hao'ydu!

Sözleri sanki vücudundaki tüm enerjiyi hareketlendirmişti. Ölüm? Ölüm nedir ki? 17 yaşımı göremeyeceksem ne olmuş? Beni aşağılayabilirsiniz, Yetiştirme üssümü felç edebilirsiniz. Fakat bana asla diz çöktüremezsiniz! Karakterimi asla kıramazsınız.

Sesi, içinde bir parça yalnızlık taşısa da, sessizliğin içinde net ve aşikar bir şekilde yankılandı. Konuşurken keskinliği açıktı ama muhtemelen yalnızca Meng Hao'nun kendisi bunun farkındaydı. Elleri yumruk şeklinde sıkılmıştı. Başka kimse hissetmemişti ama Wang Tengfei'nin kelimeleri, yanlarında Meng Hao'yu çökertmeye çalışan görünmez bir güç de taşıyordu.

Vücudu sanki parçalara ayrılmak üzereymiş, kemikleri un ufak olmak üzereymiş gibiydi. Onu diz çökmeye zorlayan büyük bir güç hissetti. Vücudu sarsıldı ama kemiklerindeki acıyı görmezden gelerek dişlerini sıktı ve ayakta kaldı.

"O eşya benim," dedi Wang Tengfei dostça bir gülümsemeyle. "Ben kime verdiysem ona aittir. Onu sana vermedim, bu yüzden onu almaya hakkın yok." sözleri dostane görünüyordu ama herkesin açıkça görebildiği bir tehdit içermekteydiler. Gülümseyerek, elini kaldırıp Meng Hao'ya doğru bir parmağını uzatarak ilerledi.

Rüzgar, çığlıklar içinde daireler çizerek meydanda esti ve öğrencilerin cübbelerinin dalgalanmasına neden oldu. Meng Hao sağlam durdu, meydandaki hava sanki ölümün kendisi olup onu zincirlemiş gibiydi. Tek bir kasını bile hareket ettiremiyordu. Birden pembe bir yeşim kolye Meng Hao'nun giysilerinin içinden çıkıp önüne uçtu ve orada asılı kaldı. Pembe bir kalkan oluşup korumacı bir şekilde Meng Hao'yu sardı.

Wang Tengfei her zamanki kadar nazik görünüyordu. Hareketleri tamamen sıradan görünüyordu ve bir adım daha ilerleyip, parmağını ikinci kez hareket ettirdi.

Parmak hareket etmeyi kestiğinde bir patlama sesi duyuldu. Kalkan, kulakları sağır eden bir gürültüyle patlamadan önce üç kez titreşti, eğildi ve büküldü. Xu Abla tarafından ona hediye edilen yeşim kolye, parçalara ayrıldı. Meng Hao'nun ağzından kan fışkırdı ve üzerindeki baskı arttı. Meng Hao dişlerini sıktı, yıkılmadı. Orada titreyerek, pes etmeyi reddederek dikildi.

Son derece karanlık bir bakış gözlerini doldurdu ve yumruklarını daha sert sıktı. Tırnakları, avuç içine derin bir şekilde saplandı.

Wang Tengfei, alışılmış gülümsemesiyle üçüncü bir adım atıp Meng Hao'nun tam önüne geldi. Parmağını üçüncü kez salladı ve bir devin gücüne sahip gibi bir görünmez el Meng Hao'nun elbiselerini yırtıp, boynuna asılı yeşim şişeyi gözler önüne serdi. Görünmez el şişeyi alıp Meng Hao'dan kopardı ve Wang Tengfei'nin avucunun içine bıraktı.

Yüzünün rengi atan Meng Hao, bir ağız dolusu kan tükürdü. Vücudu sarsıldı fakat hareket edemiyordu. Gözlerindeki kan damarları şişti ve yumruğunu inanılmaz bir şiddetle sıktı. Etinin daha da derinlerine batan tırnaklarının neden olduğu acıyı hissetti. Kan, parmaklarının arasından sızıp yere damlamaya başladı.

"Yetiştirme üssünü felç et. Bir kolunu ve bir bacağını kes. Cemiyeti terk et." Wang Tengfei gülümsemeye devam etti, samimi sesi meydanın tamamında yankılandı. Parmağını Meng Hao'nun göğsüne doğru yöneltip dördüncü kez salladı.

Meng Hao, Wang Tengfei'ye dik dik bakıyordu. Tüm bu süre boyunca yalnızca bir kez konuşmuş, ikinci bir cümle için ağzını açmamıştı. Çığlık atmamış, kükrememişti ve sessiz kalmıştı. Gözündeki damarlar daha da kırmızı oldu ve yumrukları daha da sıkılaştı. Uyguladığı kuvvetten dolayı tırnakları kopup etine saplandı. Kan, yağmur gibi damlıyordu.

Suratları alayla dolu insanlar olanları seyrederken, her şey sessizleşti. Onların alayları sanki onu dünyadan soyutlamış, her şeyden azade olacak kadar ırağa itmişti.

Ama buna rağmen pes etmiyordu! Birazcık fiziksel acı neydi ki?

Tam Wang Tengfei parmağını tekrar sallıyordu ki, uzaktaki bir dağın zirvesinde bir gürültü koptu ve Meng Hao'nun yanında nazik bir güç belirip, felç edici parmağı engelledi.

Bir patlama sesi duyuldu. Wang Tengfei yenini savurup, kenara doğru baktı. Orada, uzun gri cübbe giymiş yaşlı bir adam duruyordu. Yüzünde kahverengi birkaç ben vardı, uzun boylu ve kalıplı olmasına rağmen çok kudretli görünmüyordu. Bu, Meng Hao'ya daha önceki iki olayda takdir duyan aynı adamdı.

"Eşyanı geri aldın," dedi yaşlı adam. "Daha ileri gitme." yumruklarından kan damlayan kanlarla sessizce ayakta dikilen Meng Hao'ya bakarak homurdandı. Sonra iç çekip, Wang Tengfei'ye baktı.

"Madem Ulu Yaşlı Ouyang araya giriyor, küçüğe kabullenmek düşer." Wang Tengfei kayıtsız görünerek gülümsedi. Tüm bu geçen süre zarfında Meng Hao ile yalnızca iki kez konuşmuştu. Güneş ışığı üzerine düşerek, zarif vücudunu, uzun saçlarını, mükemmel tavrını aydınlatıyordu. Ona göre, Meng Hao bir böcek kadar bile değerli değildi. Daha şimdiden Meng Hao'yu aklından çıkarmıştı bile.

Kanla kaplı Meng Hao, onu tek adımıyla ezebilecek bir file karşı duran haşerat gibiydi.

Wang Tengfei'ye göre az önce yaşananlar tamamen önemsizdi. Meng Hao'yu küçük gördüğünden değildi. Yalnızca onu zerre kadar umursamıyordu, o kadar. Gülümseyerek kalabalığa geri döndü, hiçbir şey olmamış gibi bir halde muhabbete başlamıştı. Düşük seviye öğrencilere, samimiyet dolu bir şekilde ip uçları veriyordu.

Tüm bayan öğrenciler ona vurulmuş görünüyordu. Diğer Yetiştiriciler ise ona büyük saygıyla bakıyordu. Herkes sanki onun varlığını çoktan unutmuş gibi görmezden geldi Meng Hao'yu.

Meng Hao, Wang Tengfei'nin tam zıttı gibiydi. Kanla kaplanmıştı, giysileri yırtılmıştı ve acınacak halde görünüyordu.

Meng Hao, Wang Tengfei'nin onun hakkında ne düşündüğünü hissedebiliyordu. Hor görme değil, umursamamaydı. Wang Tengfei uzaklaştıkça, vücudu her an yıkılacakmış gibi acımasına rağmen Meng Hao biraz rahatlamış hissetti. Dişlerini sıkıp, Ulu Yaşlı Ouyang'ı avucunun içine aldığı yumrukla selamladı.

Başka tek kelime etmeyen Meng Hao, bir ağız dolusu daha kan tükürdü, çenesini sıkıp yavaşça uzaklaştı. Ayakları sanki her an vücudundan kopacakmış gibi hissediyordu. Kan ter içinde kalmıştı ve her adımı kalbini parçalayan acılara neden oluyordu. Kırbaçlanmış bir köpeğe benziyordu, yavaşça uzaklaşıp kayboldu.

O uzaklaşırken Ulu Yaşlı Ouyang bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra karar değiştirdi ve onun gidişini izlemeyi tercih etti.

Meng Hao Ölümsüz Mağarasına döndü ve ana kapıyı kapar kapamaz yere düştü, bilinci kapandı. Wang Tengfei altıncı seviyenin zirvesine çoktan ulaşmıştı. Meng Hao'nun onunla kıyaslanması imkansızdı. Fakat pes edip diz çökmeyi reddederek, iç hasar oluşumunu kaçınılmaz kılmıştı.

İki gün baygın kaldıktan sonra uyandığında, tüm vücudu acı içinde bir enkaz gibiydi. Hareket etmek zordu ama zorlanarak da olsa oturur pozisyona geçti. Elleri yere dokunduğunda, sanki üzerlerindeki deri yüzülmüş gibi bir acıyla yandı. Kısık sesle nefeslenerek, Ölümsüz Mağarasının ortasında sessizce durdu.

Bir süre sonra, ellerine baktı. On kırık tırnak, avuç içinin derisinden dışarı çıkıntı yapmıştı. İki günlük baygınlık sonucunda, tırnakların üzerini kabul bağlamıştı ama kalkmaya uğraşırken bunlar soyulmuş ve şimdi de kanıyorlardı.

Meng Hao ifadesiz bir suratla ellerini inceledi. Biraz sonra ise kırık tırnakları derisinden sökmeye başladı, birer birer. Oyulmuş avcundan dışarı kan sızdı, yere damlayıp mağaranın içini leş kokusuyla doldurdu.

Tüm bu süreç boyunca, Meng Hao'nun ifadesiz suratı değişmedi. Sanki o eller kendine ait değilmiş gibiydi. İçinde, belli bir acımasızlık olduğu şu an net bir şekilde görünüyordu.

On kanlı tırnağa baktı. Bir süre sonra onları topladı ve odadaki taş yatağın baş ucuna koydu. Her gün onlara bakıp, katlanmak zorunda kaldığı aşağılamayı hatırlamayı planlamıştı.

Bu aşağılamanın iki katıyla geri ödeneceği günler de gelecekti!

Uzun zamandır konuşmamıştı ama o an ağzını açtı: "Bana gelirsek, artık kendime bel bağlamalıyım!" bu çatlak ses sanki ona ait değilmiş gibiydi.